Anasayfa » Reddiyeler
Rabıta II (İlim Ehli İçin)
Beşinci NoktaBid’at Ne Demektir, Hükmü Nedir?
Râğib el- İsfehânî, Müfredâtü’l-Kurânda şöyle dedi: İbdâ’ bir san’atı bir şey hizâsında bulunmadan ve bir şeye uymadan yoktan var etmektir. (Bu ibdâ’ kelimesi) Allah celle celâlühû hakkında kullanılırsa, bir şeyi, âletsiz, maddesiz, zamansız ve mekânsız olarak var etmek demektir. Bu da ancak Allah celle celâlühû’ya âiddir. Bedî’, mübdi’/modelsiz olarak yoktan var eden için kullanılır. Allah celle celâlühû’nün Göklerin ve yerin bedî’i sözü(nde olduğu) gibi.[35] Bedî’ kelimesi, mübde’/ misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var edilen için de kullanılır. Aynı şekilde, el-bid’u kelimesi de, misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var eden ve modelsiz olarak yoktan var edilen ma’nâlarında kullanılır. Ahkâf sûresinin dokuzuncu âyetinin ma’nâsı, denildiğine göre, ben peygamberlerden, kendimden önce bir peygamber geçmeyen bir mübda’değilim, bir ma’nâlandırmaya göre de, söylemekte olduğum şeyler husûsunda bir mübdi’değilim, demektir. Mezhebde bid’at, bir kanaat bildirmektir ki, onu söyleyen ve yapan o husûsta Şerîat sâhibinin yolundan gitmemiş ve geçmiş misâlleri ve sağlam kılınan usûllerine riâyet etmemiştir. Her bir sonradan îcâd edilen şey bid’attır. Her bir bid’at sapıklıktır. Her sapıklık (sâhibi) de cehennem ateşindedir.[36]
İbnü’l–Esîr, en–Nihâye’de şöyle demiştir: Bid’at iki türlüdür; hidâyet bid’ati, sapıklık bid’ati. Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in emrettiğinin zıddına olan bid’at kınanılacak ve inkâr edilecek bid’attir. Allah celle celâlühû’nün teşvik etmiş olduğu husûsların umûmu/geneli altında/çerçe-vesinde bulunan, Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in teşvik ettikleri, medhedilenler altındadır. Bir tür cömertlik ve iyi işi yapmak gibi mevcud bir misâli bulunmayan şeyler ise övülen işler zımnındadır. Bunun Şerîat’ın getirdiğine zıt bir şekilde olması câiz olmaz. Çünki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bunun için şu husûsta bir sevab koymuş ve kim güzel bir çığır açarsa, o kişi için onun ecri ve onunla amel edenlerin ecri vardır, buyurmuştur. Bunun zıddı hakkında da kim de kötü bir çığır açarsa, onun üzerine onun günahı ve onunla amel edenin günahı vardır[37] buyurdu. Bu Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin emri zıddına olduğu zamandır. Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bu ne güzel bir bid’attir[38] sözü bu türdendir. Bu (terâvîh namazının topluca kılınması) hayırlı fiillerden olunca ve medhedilen fiillere dahil bulununca onu bid’at diye isimlendirip medhetmiştir. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi vesellem onu (bu şekliyle) onlara sünnet kılmamıştır. Onu bazı gecelerde kılmış, sonra da terk etmiş, ona devam etmemiş, onun için insanları toplamamıştır. Hazreti Ebû Bekir radıyallâhu anh zamanında da yoktu. Sadece Ömer radıyallâhu anh insanları onun için topladı ve ona teşvik etti. Bu yüzden ona bid’at ismini verdi. Hâlbuki o gerçekte sünnettir. Çünkü aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm efendimiz sünnetime ve benden sonraki raşid halîfelerin sünnetine yapışınız[39] ve benden sonra iki kişiye Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz[40] buyurdu. Diğer her îcâd edilen bid’attir hadîsi bu te’vîle hamledilir. Sadece şunu murâd etmektedir: Şerîatın asıllarına ters düşen, sünnete uymayan şeyler.[41](İbnü’l-Esîr’in sözleri burada son buldu.)
Feyyûmî el-Mısbâh’da şöyle dedi: Allah celle celâlühû mahlûkatı ibdâ’ etmekle ibdâ’ etti, onları modelsiz olarak yarattı demektir. Ebda’tü ve Ebda’tühû onu çıkardım ve ihdâs ettim demektir. Bu ma’nâdan olarak muhâlif hâle bid’at denilmiştir. Bid’at ibtida’dan isimdir. Nasıl ki, rıf’at (yükseklik) irtifa’dan ise. Sonra bunun (bid’atın) dinde noksanlık ve yahud fazlalık olan şeylerde kullanılması galib oldu. Lâkin kimi zaman bir kısmı mekrûh olmaz ve mübâh bid’at diye isimlendirilir. Bu mübâh bid’at cinsine Şerîat’ta bir aslın şâhidlik yaptığı, yahud kendisiyle bir zararın savulduğu bir maslahatın gerektirdiği bid’at demektir. Halîfenin insanlarla içli dışlı olmaktan perdelenmesi gibi.(Feyyûmî’nin sözleri bitti.)[42]
Kamus ve Şerhi’nde şöyle denmiştir: Bid’at dinin ikmâl edilmesinden sonra, onda yeni bir şey yapmak demektir.[43] Sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım. Zîrâ her sonradan îcâd edilen bid’attır, her bid’at da dalâlettir hadîsi bundandır. Yahud o Leys’in sözüdür. İbnü’s-Sikkît, bid’at her sonradan îcâd edilen şey demektir, dedi. Sonra Şârih (Zebîdî) Nihâye’nin kelâmını yukarıdaki gibi nakletti.
Geçen bilgilerden her sonradan îcâd edilenin lüğatte ve Şerîat’te bid’at olduğu ve Şerîat örfünde bid’atın övülen ve yerilen iki çeşide ayrıldığı ortaya çıkmaktadır. Kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mübâhların tamamını işlememiştir. Çünkü onlar çoktur. Hiçbir beşerin gücü onları saymaya yetmez. Nerede kaldı ki onları kullanabilsin. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem zâhid ve mübâhları az kullanan birisiydi. Onlardan ihtiyacı giderecek kadar ve hacetin davet ettiği kadarıyla yetinir bundan fazlasını terk ederdi. O yüzden kim Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir şeyi yapmadı da’vasıyla bir şeyin harâmlığını iddiâ ederse, hakkında delîl bulunmayan bir şeyi iddiâ etti demektir. Da’vası da merduddur. Gene kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mendûbların tamamını da işlememiştir. Çünki o vaktinin büyük bir kısmını içine alan da’veti tebliğ etmek, müşrikler ve ehl-i kitâbla mücadele etmek, kâfirlerle cihad etmek, İslâm yumurtasını himaye etmek, sulh anlaşmalarını akdetmek ….. gibi mühim işlerle meşguldü. Hattâ kendisi işlediği zaman Ümmet’ine farz olması yahud onlara meşakkatli hâle gelmesi korkusuyla bazı mendûbları kasden terk etmiştir.
Müslim Sahîh’inde Cabir radıyallâhu anh’den o da Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivâyet etti. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem hutbesinde şöyle derdi: Hiç şübheniz olmasın ki sözlerin en hayırlısı Allah celle celâlühû’nun hitâbı, yolların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in yolu, işlerin en şerlisi sonradan îcâd edilenleridir ve her bid’at sapıklıktır.[44]
Nevevî şöyle demiştir: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid’at sapıklıktır sözü sınırlandırılmış bir umûmî hükümdür. Kasdedilen bid’atlerin çoğunluğudur. Lugat âlimleri demişlerdir ki; bid’at demek geçmiş misâli olmadan yapılan her bir iştir. Âlimler bid’at’ın beş kısım olduğunu söylemiştir: Vâcib, mendûb, harâm, mekrûh ve mübâh. Vâcib olan bid’atlerden birisi kelam âlimlerinin mülhid ve bid’atçılara karşı delîlleri dizmeleri ve benzeri şeylerdir. Mendûb olan bid’atlerden biri de ilim kitâblarını yazmak, medreseleri, tekkeleri ve başka şeyleri bina etmektir. Mübâh olan bid’atlerden biri de değişik yemekler ve benzeri şeylerde genişliktir. Harâm ve mekrûh olan bid’atler ise açıktır. Bu anlattığım bilinirse hadîsin aslında ma’nâsı genel olan ama sınırları (başka delîller yüzünden) daraltılan bir hadîs olduğunu bilir. Gelen buna benzer sâir hadîsler de böyledir. Ömer radıyallâhu anh’in ne güzel bid’at sözü de bunu te’yid etmektedir. Hadîsin tahsîs edilen bir âmm oluşuna, her bir bid’at sözünün her bir ifâdesiyle pekiştirilmesi mâni’ değildir. Aksine buna rağmen hadîse bir sınırlandırma gelmektedir. Bu, Allah Tealâ’nın her bir şeyi tedmîr/kahr ve helâk edersin[45] sözü gibidir.[46]
Hâfız ibn-i Receb, Erbaîn Şerhi’nde şöyle demektedir: Bid’at’le murâd edilen Şerîat’ın kendisine delâlet edeceği aslı bulunmayan şeyler türünden yapılan ihdâslar/îcâdlardır. Şerîat’tan kendisine delâlet edecek bir aslı bulunan şeyler ise, lüğat olarak her ne kadar bid’at ise de Şerîat’ça bid’at değildir.[47] (İbn-i Receb’in sözü bitti)
İbn-i Hacer şöyle demiştir: Muhdesât, (sonradan îcâd edilen ma’nâsına gelen) muhdese kelimesinin çoğuludur. Bununla murâd edilen, Şerîat’ta aslı olmadığı hâlde îcâd edilen şey demektir. Bu, Şerîat örfünde bid’at diye isimlendirilir. Şerîat’ın delâlet edeceği aslı bulunan bir şey ise bid’at değildir. O hâlde Şerîat örfünde bid’at mezmûmdur ama lüğattaki bid’at böyle değildir. Zîrâ misâlsiz olarak ihdas edilen her bir şey övülen olsun, yerilen olsun bid’at diye isimlendirilir.[48] (İbn-i Hacer’in sözü bitti.)
Ben (Ğumârî) derim ki; Şerîat’ın şâhidlik yapacağı bir aslı olduğu hâlde sonradan îcâd edilen şeye sünnet-i hasene/güzel sünnetismi verilir. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem onu böyle isimlendirmiştir. Bunun mukabili de sünnet-i seyyie/kötü sünnetdiye isimlendirildiği gibi, bid’at diye dahî isimlendirilir.
Ebû Nüaym İbrâhim ibnü’l-Cüneyd’den şöyle dediğini rivâyet etti: Şâfi‘î’yi şöyle derken işittim:
Bid’at iki çeşittir; övülen bid’at ve yerilen bid’at. Sünnet’e uyan övülen, Sünnet’e ters düşen de yerilen bid’at demektir.[49]
Beyhaki, Menâkıbu’ş-Şafi’î’de İmâm Şâfi’î’den şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sonradan îcâd edilen şeyler iki çeşittir: Bir âyete veya bir sünnete, yahud bir esere, yahud da bir İcmâ’a ters düşen bid’at. Bu sapıklık olan bid’atıdır.[50]
İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri’de şöyle demiştir: ’İrbâz b. Sâriye’nin hadîsindeki sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım sözünden sonraki, zîrâ her bir bid’at bir sapıklıktır ifâdesi, sonradan îcâd edilen şeyin bid’at diye isimlendirildiğini göstermektedir. Her bir bid’at bir sapıklıktır sözü mantûku/açık ibaresi ve mefhûmu yani ma’nâsıyle küllî bir Şer’î kaidedir. Mantûkuyle bunun böyle olması sanki şöyle denilmesi gibidir; şunun hükmü bid’attır, her bir bid’at sapıklıktır, o hâlde bid’at Şerîat’ten olmaz, çünkü Şer’îat’ın tamamı, hidâyettir. Eğer sözü geçen hükmün bid’at olduğu sâbit olursa, iki mukaddime yani öncül sahîh olur ve matlûbu netice verir. Her bir bid’at bir sapıklıktır sözüyle anlatılmak istenen, sonradan îcâd edilip de Şerîat’tan ne husûsî ne de umûmî bir yolla delîli bulunmayan şey demektir.[51] (İbn-i Hacer’in sözü burada bitti)
İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât isimli eserinde şöyle demiştir: Şerîat’ta bid’at, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem zamanında bulunmayan bir şeyin sonradan ihdâs edilmesi demektir ki, güzel ve çirkin diye ikiye ayrılmaktadır. Abdülazîz b. Abdisselâm el–Kavâid isimli kitâbının sonunda şöyle demiştir: Bid’at, vâcib, harâm, mendûb, mekrûh ve mübâh’a ayrılmaktadır. Bundaki yol, Şerîat’in kaidelerine arzedilmesidir. Eğer vâciblik kâidesine dâhil oluyorsa, vâcibdir. (Abdülazîz b. Abdisselâm’ın sözü bitti.)
İmâm Beyhekî, Menâkıbu’ş-Şâfiîde, isnâdıyla İmâm Şâfiî’den, şöyle dediğini rivâyet etti: Sonradan îcâd edilen işler iki kısımdır: Birincisi, bir âyete veyâ bir hadîse, yâhud bir eser’e, yahud da bir icmâa ters düşen şeylerdir ki, işte sapıklık olan bu bid’attır. İkincisi de, îcâd edilen hayırlı şeylerdir. Bunun hakkında âlimlerden hiç birinin muhâlif görüşü yoktur. Bu kınanmayan bir sonradan îcâd edilen şeydir. Ömer radıyallahu anhu Terâvîh namazı için bu ne güzel bir bid’attir derken, “önceden mevcûd olmayan, olduğu zaman da kendinde geçmişi inkâr bulunmayan bir îcâd olduğu”nu, kasdetmektedir. Bu, Şâfiî’nin -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- sözünün sonudur. [52] (Nevevî’nin sözü bitti.)
Yukarıdaki nakillerden anlaşılmaktadır ki, âlimler bid’atın mahmûd/övülen ve mezmûm/yerilen diye ikiye ayrıldığında ve Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bunu ilk defa konuşan olduğunda söz birliği hâlindedirler ve gene âlimler Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid’at bir sapıklıktır sözünün âmm-i mahsûs olduğunda da müttefiktirler.
İmâm Şâfi’î şöyle demiştir: Şerîat’tan dayanağı olan her bir şey, Selef onu yapmasa da bid’at değildir. Zîrâ Selef’in onunla amel etmeyi terk etmesi bazen o anda kendileri için mevcûd olan bir ma’zeret sebebiyle, yahud ondan daha üstün bir şey sebebiyle, yahud da onun bilgisi tamamına ulaşmaması sebebiyle olmuş olabilir. (Şâfi’î nin sözü bitti.)
İbnü’l-Arabî şöyle dedi: Bid’at ve muhdes, lafızları veya ma’nâları yüzünden zemmedilen iki lafız değildir. Bid’atın Sünnet’e muhâlif olanı kınanır. Muhdeslerin yani sonradan îcâd edilen şeylerin sapıklığa çağıranları zemmedilir. (İbnü’l-Arabî’nin sözü bitti.)
Ulemânın Her bir bid’at bir sapıklıktır hadîsinin tahsîs edildiğine, yani sınırlarının daraltıldığına dâir olan görüşlerinin hadîslerden bir çok delîli vardır. (Bunlardan biri de şu hadîsdir:) “Kim İslâmda güzel bir çığır açarsa, onun için o çığırın ecri ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin, onların ecrinden hiçbir şey noksan olmaksızın ecri vardır.. Kim de islâmda kötü bir çığır açarsa onun günahı ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin günahı, o kimselerin günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onun üzerinedir.”[53]
Nevevî şöyle dedi: Hadîsde, hayırlı işleri ilk yapan olmak ve güzel sünnetler îcâd etmeye teşvik ile bâtıllar ve çirkin görülen şeylerden sakındırmak vardır. Bu hadîsde, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Sonradan îcâd edilen her bir şey bir bid’at, her bir bid’at da bir sapıklıktır sözünün sınırlandırılması ve bununla anlatılmak istenenin sonradan îcâd edilen bâtıl şeyler ile kınanan bid’atlar olduğu vardır.[54]
Sindî İbn-i Mâce Hâşiyesinde şöyle demektedir: Güzel bir sünnet demek, uyulacak ve gidilecek güzel bir yol demektir. Güzel ile kötünün arası Şerîat’ın ölçülerine uyup uymamakla ile ayrılır.. (Sindî’den nakil son buldu.)
Bu hadîs (ve buna benzer hadîsler) bid’at’in, hasene ve seyyie diye ikiye ayrıldığını açıkça ifâde etmektedir. Hasene şahsı bakımından bid’at ise de nev’i/türü bakımından, Şer’î bir kâide veya bir âyet yahud, hadîsin geneli altına girmesi sebebiyle meşrû’dur. İşte bundan dolayıhasene diye isimlendirilmiştir. Ve ecri o çığırı açan üzerinde öldükten sonra devâm eder. Seyyiede Şerîat’in kaidelerine muhâlif olandır. Kınanan sünnet ve sapık olan bid’at da budur.[55] (Ğumârî’den nakiller bitti.)
Bu husûsta geçmiş bir çok büyük âlimden nakil yapılabilir. Lâkin buna lüzûm görmüyoruz.
Mühim Bir Süâl: Râbıta inkârcıları bize sorsalar; Ey Râbıtayı kabûl eden Nakşî Tarîkati mensûbları!.. Yukarıdaki nakillerinizden bid’atin, hasene/güzel ve seyyie/kötü diye ikiye ayrıldığı görülmektedir. Hâlbuki, Râbıta’yı kabûl edip onunla amel eden sizlerin imâmlarınızın en büyüklerinden olan İmâm Rebbânî, bunu kabûl etmemektedir; bid’atin hepsi kötüdür, güzeli olmaz demektedir;[56] buna ne dersiniz?
Cevâb: Büyük Muhaddis ve Fakih Abdülğenî el-Müceddidî, İbn-i Mâce Hâşiyesi İncâhu’l-Hâce’de, Kim bizim bu dîn işimizde ondan olmayan şeyi uydurursa o (uydurduğu) merdûddur hadîsini îzâh ederken şöyle diyor: Ondan (dînden) olmayan şeyi demek, dînin vesîlelerinden(de) olmadıkça demektir. Zîrâ vesîleler, ona (dîne) dâhildir. İşte bundan dolayı, Müceddid (İmâm Rebbânî) -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- dîn işinin vesîleleri olan sarf ve nahiv gibi ilimlerin, Sünnet’e dâhil olduğunu bid’at ta’bîrinin bunlar için kullanılmayacağını, söylemiştir. Zîrâ O’na göre, -Allah celle celâlühû Ondan râzı olsun- bid’atta kesinlikle bir güzellik yoktur. İşte bu yüzden O şöyle diyor: Nûru, sabâhın aydınlığı gibi de olsa, bid’at-i hasene[57] terk edilir. Çünkü bid’at kesinlikle Sünnet’i kaldıran bir şeydir. Bir kişi Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını yaparsa o hususta ona muhâlif olur. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığını yapmazsa yine öyle olur. (O’na muhâlif olur. İmâm Rebbânî) İşte bundan dolayı, namaza başlarken dil ile yapılan niyyeti men’ etti. Zîrâ niyyetin dille yapılması ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, ne de müctehidlerden birinden sâbit olmamıştır. Âlimlerden bid’at-i hasene/güzel ve seyyieye ayıran da vardır. Bununla beraber âlimlerimiz şöyle demişlerdir: Helâya girerken önce sol ayağı içeriye sokmak gibi küçük bir şey de olsa, Sünnet’i işlemek, medreseler inşâ etmek gibi büyük bir iş de olsa bid’at–i haseneden evlâdır, daha iyidir.[58] (El-Müceddidî’nin sözü bitti.)
Hâsılı, bid’atin, hasenesi/güzeli olmaz; hepsi, seyyiedir/kötüdür diyenler Şer’î ıstılâhı kasdediyorlar; lügat ma’nâsındaki bid’at’i kasdetmiyorlar. Bid’atin güzeli de vardır diyenler, Şer’î Istılâhı kasdetmeyip lüğat ma’nâsını murâd ediyorlar. Yani her iki guruba göre de bid’at-i hasene Şer’î ma’nâda bid’at değildir. İmâm Rebbânî Şer’î ıstılâhı esas alarak Şer’îat’ı ve Sünnet’in temel esaslarına uyan ama şeklen sonradan ortaya çıkan bir şeye bid’at demez. Diğerleri de şeklen sonra ortaya çıkmasından dolayı lügat ma’nâsıyla bid’at, Şerîat esasına dayandığından dolayı hasene demişlerdir. Kısacası hilâf/anlaşmazlık lafzîdir, ma’nevî değildir. Esâsda hepsi bir kapıya çıkmaktadır.[59]
Mecmuamızın ileriki sayılarında delîller getirildiğinde de görüleceği ve anlaşılacağı gibi, Râbıta’ya Şer’î ma’nâda bid’at denemez. Çünki, Kur’ân ve Sünnet’e uymayan bir yanı bulunmadığı gibi, onlarla emredilen zikrin vesîlesi olmanın yanında, Şer’î delîllerden bir nicesinin umûmu/geneli ve kapsamı çerçevesinde düşünülebilecekleri çok açık ve esaslı dayanakları vardır.
Altıncı NoktaTekfîrde Lüzûmlu Dayanak Nedir?Bir kimseyi kâfirlik veya müşriklikle suçlamak için lâzım olan yeterli delîl nedir?
Bunun için te’vîl/yorum kaldırmayacak seviyede açık âyet veya yine te’vîl götürmez mütevâtir Sünnet, yahud İcmâ’’a ihtiyac vardır. Başka şekilde, Kıyâslarla veya ictihâdlarla, hele Kıyâs ve ictihâd bile olmayan saçmalamalarla bir işe küfür veya şirk, bunu gördükleri kimseye kâfir veya müşrik diyenler, ya câhil ahmaklar veya hâin zındıklardır. Mütevâtir olmayan ve başka şekilde te’vîl edilemiyen sahîh hadîslerle Ehl-i Sünnet’in cumhûruna göre kesin harâmlık bile sâbit olmaz, sadece mekrûhluk ve inançlaştırma bahis mevzûu ise küfre sokmayan bid’at hâsıl olur. Ya, câhil ve sapık Râbıta düşmanlarının yaptıkları gibi abuk subuk yorumlamalarla olursa? Bu, düpedüz Allah celle celâlühû ve Resûlü ile alay etmek olur. Şunların hâlleri berbat… Câhillikleri ma’zeret olarak kabûl edilmezse işleri hepten kül…
Yedinci NoktaHer Mes’elenin Delîli İllâ da Mantûk mu Olmalıdır?
Başka bir tâ’bîrle, ona âid husûsî bir ibâre midir? Hayır… Bir husûsun delîli illâ da onun için getirilen ibâre değildir. Bu dediğimizi daha iyi anlayabilmek için aşağıdaki soruyu cevâblandırmamız lâzımdır; Sözün ma’nâsını anlama kaç şekilde olur? veya, bir sözden bir ma’nâyı anlamanın kaç yolu vardır? Dört şekilde olur; veya dört yolu vardır;
Bir: Söz, ma’nâyı, nazmı (kendi dizilişi) ile gösteriyor ve o ma’nâ için getirilip söylenmiş ise, bu, ibaresiyle (ma’nâyı) gösterendir.
İki: Değilse, yani bir ma’nâyı göstermek için söylenmemişse, fakat yine de o ma’nâyı nazmıyla gösteriyorsa, işaretiyle o ma’nâyı gösterendir.
Üç: Eğer söz, nazım (kendi dizilişi)) ile bir ma’nâyı göstermiyor fakat lügatin mefhûmu (dilden anlaşılan ma’nâ) ile gösteriyorsa, delâletiyle o ma’nâyıgösterendir.
Dört: Değilse, (yani, ma’nâ lüğatten de anlaşılmıyorsa), iktizası ile o ma’nâyı gösteren bir lafız olur. (Yani, sözde o ma’nâ gözükmese de lafız o ma’nâyı gerektirir.)
Dolayısıyla, Râbıta‘nın meşrû’luğu için illâ ona âid husûsî bir ibâre aramak, bu yoksa, diğer yollara bakmadan onu reddetmek ya câhillik veya hâinlikdir. Câhil olanlar, ibâre ma’nâsının dışındaki diğer üç ma’nâyı görmeyip, meselâ, bunun neresi Râbıta delîli? diyebilirler. Zîrâ bu onların cehâlet ve ona paralel olan idrâksizliklerinin muktezasıdır. Bu gibi gülünçlüklere sıkça rastlamaktayız… Delîl isterlerken illa, ibâresiyle delâlet eden delîl isterler. Ama kendileri delîl getirirlerken bu dördün de dışına çıkarak kısmen zann ifâde eden Kıyâsın hiçbir şey ifâde etmeyen (hattâ yalan ifâde eden) batılıyla insanları şirk ve küfürle suçlayabilirler…
Sekizinci NoktaSözün Açık Veya Kapalı Oluşu Kaç Çeşittir?
Lafzın/sözün ma’nâsı, eğer açıksa, ya, tahsîs/sınırlandırma kabûl eder veya etmez. Ederse, ma’nâsının açıklığı, ya sırf sîğesi (kalıbı) sebebiyledir, ki o zaman zâhir (açık)dir; Veya (sırf sîğesi sebebiyle) değildir, ki o takdîrde nassdır. Lafızda te’vîl ve tahsîs ihtimâli yoksa, ya nesh kabûl eder veya etmez. Ederse, mufesserdir/tefsîr edilendir. Kabûl etmezse muhkemdir.
Eğer lâfzın ma’nâsı gizli kaldıysa, bu kapalılığı, ya sîğeden başka bir şey sebebiyledir, ki, bu hafîdir, yahud sîğeden dolayıdır, ki bu da, eğer düşünmekle idrâki mümkin ise, müşkil değilse, açıklanması, (başka delîllerle) umulan bir şeyse mücmel, değilse, müteşâbih olur.
Ayrıca, Lâfzın ma’nâda kullanılması, ya hakîkattır, veya mecâzdır. Bu ikisinden her birinin murâdı açıksa sarîh, kapalıysa, kinâye olur.[60]
Râbıta inkârcıları, onun meşrû’luğu için illâ apaçık delîl isterler. Oysa ilimde mu’teber olan delîllerin hepsi aynı açıklıkta değildir. Kimileri kısmen kapalı delîllerdir. Şunların hepsi de delîl olmaya elverişlidir. Lâkin yapılan sınıflama, bilhassa iki noktada mühimdir: Birincisi: Bunlardan her birinin bir husûs için delîl oluşunu inkâr etmenin hükmü ayrıdır. İkincisi: Şunların kendi ayarında zıd delîl bulunması hâlinde tevakkuf edilmesi, ikisininde i’tibârdan düşmesi, daha açık başka zıdd delîllerle teâruz/çelişki ânında da, daha açık olanların tercîh edilmesi gerekir.
Râbıta kendinden daha açık veya kendine denk hangi delîlle çelişmektedir? Bu ortaya konulmadıkça, onun meşrû’luğuna dâir getirilen delîllerin şu yollarla delîl olamayacakları gösterilemedikçe, yapılacak her bir karşı çıkmanın câhillikten veya sapıklıktan doğduğu inkâr edilemeyecektir. Halbuki biz, Râbıta inkârcılarında bu dediklerimizin hiçbirini göremiyoruz.
Dokuzuncu NoktaSükûtî İcmâ’ Bir Hüküm Bildirir mi?
Evet, Sükûtî İcmâ’, Sözlü İcmâ’ seviyesinde değilse de bir çok âlime göre bir hüküm bildirir.
Alâuddîn Buhârî şöyle diyor: Ruhsat icmâ’ının bu ismi alması, âlimlerin tamâmının fâsıklık ve dîn işlerinde kusûr etmekle suçlanmalarından korunmuş olmak için zarûret îcâbı icmâ’ kabûl edilmesi sebebiyledir.[61] Mes’elenin sûreti/şekli şudur: Bir asırda Ehl-i Hall ve Akd’dan[62] bir kimse, bir mes’elede, bu mes’ele üzerinde mezheblerin hükmü yerleşmeden evvel bir hükme kanâat getirse, şu kanâat, asrının ahâlisi arasında yayılsa, üzerinden düşünme zamânı geçse ve ona muhâlif biri ortaya çıkmasa, bu ashabımız (Hanefî âlimlerin)in çoğuna göre kesin bir İcmâ’olur. Fiil/iş de böyledir. Ya’nî İcmâ’ ehlinden birisi bir iş yapsa, onu zamânının âlimleri bilse hakkında düşünme müddeti geçtikten sonra ona hiçbir kimse karşı çıkmasa bu onlar tarafından şu işin mubâh olduğuna dâir bir icmâ’ olmuş olur. Buna, onu kabûl edenlere göre Sükûtî İcmâ’/susmakla olan icmâ’ ismi verilir.[63] (Alâuddîn Buhârî’nin sözü bitti.)
Râbıta amelini/işini yapan veyâ yapılmasını emreden bir değil sayılamayacak âlimler, ârifler ve sâlihler olmuştur… Râbıta, Müctehidler, Fakîhler Muhaddisler, Müfessirler ve Akâid âlimlerinin bol olduğu zamanlarda hemen hemen herkesin bildiği ve şâhid olduğu bir seviyede şöhretle işlenmekteydi. Buna rağmen, Râbıta‘ya karşı gelen, veya onu şirk yâhud bid’at diye vasfeden hiçbir ilim sâhibi bilinmemektedir. Bu da bir Sükûtî İcmâdır. Zamânımızın akıl, ilim, hidâyet ve edeb müflislerinin söylemekte olduklarının ise bizce peş paralık bir kıymeti bile yoktur…
Onuncu NoktaSâlihlerin Örf ve Âdeti Meşrû’luk İfâde Eder mi?
Evet, eder. Nitekim bu husûs, Usûl-i Fıkıh kitablarında,[64] birtakım müstakıl risâlelerde,[65] Eşbâh ve Mecelle gibi Küllî veya Ekserî kâidelerden de bahseden eserlerde[66] etraflıca anlatılır.
Mü’minlerin güzel gördüğü, Allah celle celâlühû katında da güzeldir.[67] Örf ile sâbit olan Şer’î bir delîl ile sâbit olmuştur.[68] Örf ile sâbit olan Nas ile sâbit olmuş gibidir.[69] Örfün makbûl olmasının da elbette şartı vardır: Nassa muhâlif örfe i’tibâr edilmez.[70]
Netîce
İşte size tam on tane usûl kâidesi… Bunlar çerçevesinde de işte size meşrû‘ bir amel;Râbıta… Bahsi geçen âyetler, hadîsler ve fıkhî istinbâtlar dâiresindeki şu kâidelerin veya Râbıtanın bunlar çerçevesinde olduğunun yanlışlığı isbât edilmedikçe, onu inkâr etmek, en hafîfinden hevâ ile amel etmektir. Nefse ve hevâya tapınmaktır da diyebilirsiniz. Âbidler, ârifler ve zâhidler topluluğu olan Sûfiyye tâifesi gibi salâh ve takvâda mü’minlerin nümûneleri olan nezîh zâtların örfü hâline gelen Râbıta Allah celle celâlühû katında da elbette güzeldir.
[35] Bakara:117, En’âm: 101
[36] [İsnadı sahîhtir. Ebû Dâvûd, es-Sünne (4607), Tirmizî el-İlm (2676), Tirmizî bu hadîs hasen ve sahîhtir demiştir. İbn-i Mâce Mukaddime (42, 43), Ahmed İbn-i Hanbel (4/126,127), Hâkim (1/95,1/96), Hâkim, bu hadîs illeti olmayan sahîh bir hadîstir, dedi ve Zehebî O’na muvâfakat etti.]
[37] [Müslim, Zekat (69/1017)]
[38] [Buhârî, Terâvîh Namazı (2010)]
[39] [Önceki hadîsin kendisi (Ebû Dâvûd ve Tirmizî hadîsi)]
[40] [Ahmed İbn-i Hanbel (5/382), Tirmizî, Menâkıb (3662, 3805), İbn-i Mâce (97)],
[Taberânî el-Kebîr (8426), İbn-i Hibbân (İhsân-6863)]
[41] [En-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs: (1/106, 1/107)]
[42] [El-Mısbâhu’l-Münîr: (38). El-Mektebetü’l-ilmiyye Beyrut.]
[43] [Feyrûz Âbâdî, Kâmûs-i Muhît, (b,d,a) maddesi, (907) Müessesetü’r-Risâle]
[44] [Müslim Cumu’a: (43/867)]
[45] Ahkâf 25
[46] [Sahîh-i Müslim, Nevevî şerhi ile beraber (6/154-155)]
[47] [Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem (397, Darü’l-Fürkân-Ürdün)]
[48] [Fethu’l-Bârî (13/266, 13/267), Reyyan Baskısı]
[49] [Ebû Nüaym, Hilyetü’l-Evliyâ (9/113)]
[50] [Fethu’l-Bâri (13/267)]
[51] [Fethu’l-Bâri (13/267-13/268)]
[52] İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât: 3/22-23
[53] [Müslim, Zekât (1/1017), Nesâî, Zekât (5/75-77), İbn-i Mâce, Mukaddime (203)
Cerîr b. Abdillâh el-Becelî’den]
[54] [Sahîh-i Müslim, Nevevî Şerhi ile (1/226-227)]
[55] Ğumârî’nin İsmi geçen risâlesinden hulâsa
[56] İmâm Rabbânî, Mektûbât:1/159-160, 186. Mektûb
[57] Allahu a’lem, vesîlelerden olmamasına rağmen isâbetsiz olarak, vesîle kabûl edilip kendisine hasene/güzel denilen sonradan îcâd edilen şeyleri kasdediyor. Namaz niyyetinin dille yapılması ve kefene yapılacak ilâve, açıktır ki, niyetin ve kefenin vesîlelerinden değildirler, ve bu hususlardaki sünneti ortadan kaldırmaktadırlar. Ama O, buna rağmen bunların güzel bulunmasına -haklı olarak- bir ma’nâ veremiyor. Bunların hasene diye isimlendirilişleri, bid’ati,hasene ve seyyieye ayıranların ta’rîfine de uymuyor.
[58] İncâhu’l-Hâce:3
[59] Bu bid’at husûsunda Allâme Leknevî’nin, İqâmetü’l-Hucceh isimli kıymetli bir risâlesi vardır.
[60] Her hangi bir Usûl-i Fıkıh kitabının Hakîkat, Mecâz ve Kinâye bahisleri.
[61] Ya’nî, âlimlerin susup da inkâr etmedikleri bir söz veya işin biz yanlış olduğunu kabûl edecek olursak, şu âlimlerin tamâmını fâsık olmak ve dînî işlerde kusûr işlemekle suçlamış oluruz. Bu ise kesinlikle yanlıştır. Şu yanlıştan sakınmış olmak için de onların bu susmasını bir icmâ’ olarak kabûl etmeye mecbûruz.
[62] Mü’minlerin müşkillerini/problemlerini ve işlerini Şer’î ölçüler içinde çözen ve karâra bağlayan, onlar tarafından tabiî olarak dînî liderler kabûl edilen Rabbânî âlimler topluluğu
[63] Alâuddîn Buhârî, Keşfu’l-Esrâr alâ Usûli’l-Pezdevî: 3/228
[64] Alâuddîn Buhârî, Keşfu’l-Esrâr:2/95, Lafızların hakîkatlarının kendisiyle terk edileceği şeyler bahsi.
[65] İbn-i Âbidîn, Neşru’l-Arf fî Binâi Ba’zı’l-Ahkâmi ale’l-‘Urf, Mecmûatü’r-Resâil:2/ 114
[66] İbn-i Nüceym, El-Eşbâh ve’n-Nezâir, Altıncı Kâide:1/126-139, Mecelle-i Ahkâm-i Adliye:36,37ve 38. maddeler.
[67] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, Abdullah İbn-i Mes’ûd’dan, mevkûf olarak. Tahrî ci ileride etraflıca gelecek.
[68] Şerh-i Eşbâh’ı Bîrî’den naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru’l-Arf fî Binâi Ba’dı’l-Ahkâmi ale’l-‘Urf, Mecmûatü’r-Resâil:2/115,
[69] Mebsût’tan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru’l-Arf fî Binâi Ba’dı’l-Ahkâmi ale’l-‘Urf, Mecmûatü’r-Resâil:2/115,
[70] İbn-i Hümâm’dan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru’l-Arf fî Binâi Ba’dı’l-Ahkâmi ale’l-‘Urf, Mecmûatü’r-Resâil:2/115,
Etiketler:mürşit, nakşibendi, rabıta, reddiye, şeyh, tarikat, tasavvuf, usulü fıkıh