Özel Haber »

“Sünnilik Ve Şiilik Diye Bir Dinimiz Yoktur” Sözüne Dair İlmi Tahlil

Son günlerden çokça tartışılan “Bizim Sünnîlik diye bir dinimiz yoktur, Şia diye bir dinimiz yoktur, tek dinimiz İslâm’dır” sözünün ilmi ve tarihi açıdan tahlili.

Devamını Oku... »
Makaleler

İslam, İbadet Rehberi, Fıkıh, Akaid, Tefsir, Güncel Yorumlar

Reddiyeler

Batıl Fırkalar, Batıl İnançlar, Bidatlar, Güncel Reddiyeler, Dinler Arası Diyalog

Kültür – Tarih

İslam Tarihi, Osmanlı Tarihi, Padişahlar, Tarihi Arşiv belgeleri, Vesikalar, Mecmua nüshaları

Unutulmuş Sünnetler

Sünnetin Önemi, Günlük Sünnetler, Hilye-i Şerif, Siyer-i Nebi, Riyazü’s Salihin

Boykot Kelimeler

Uydurma, Yersiz, Manasız, Boykot Kelimeler

Anasayfa » Reddiyeler


Kabir Meselesi ile Alâkalı İtirazlara Cevaplar

Kabir Meselesi ile Alâkalı İtirazlara Cevaplar

Evvela Medresetu’l Mahmudiyye’ye bu mesele ile alakalı sual sahiplerine katkısı için teşekkür ederek başlayalım.

İtiraz sahibi kardeşimin meseleyi “türbeler” üzerinden ele alınmayı tercih ettiği dikkat çekiyor. Evet, “kabir üzerine bina yapma” olgusu türbeyi de içine alır, ama ondan ibaret değildir. Bugün herhangi bir kabristanda binlercesini gördüğümüz, hatta görmesek garipseyeceğimiz, “mezar böyle mi olmalı” diyeceğimiz mezar stilidir aslında söz konusu olan. Vehhabîlerin bu mezar stiline dahi tahammülleri olmadığı malumdur.

“İllet-hikmet” meselesi tam da burada devreye giriyor. Vehhabîlere bakarsanız, mezarların “belki” en fazla yerden bir karış yükseklikte olmasına göz yumulabilir, o kadar. Oysa mezarda yatanın kim olduğunu belirten mezar taşının, mezarı kaybolmaktan, üzerine basılmaktan… vs. koruyan yapının vs. Efendimiz (s.a.v) tarafından sakındırıldığını söylemek isabetli olmaz. Hatta mezarın yerinin kaybolmaması ve içinde yatanın kim olduğunun bilinmesi maksadıyla mezara belirli işaretler koymak bizatihi hüküm ifade eden bir davranış olarak Sünnet’te yerini bulmuştur. Efendimiz (s.a.v)’in Osman b. Maz’ûn (r.a)’ın kabrinin başına böyle bir “işaret taşı” koyması, ardından da bunu “mezarın yerinin belli olması için” yaptığını söylemesi doğrudan ve tartışmasız biçimde “illet”i gösterir. Dolayısıyla bu noktada “hikmet”in gündeme getirilmesi isabetli değildir.

Aslında bütün mesele burada. Mezarın yerini belli edecek, –özellikle günümüz şartlarında– diğer mezarlarla karışmasını engelleyecek, içinde yatanın kimliğini yansıtacak bir stille yapılması… Türbe vs. bu cevaza dayalı –tabir yerindeyse– ikinci derecede ele alınıp konuşulacak şeyler.

Bir de meselenin şöyle bir yönü var: Vehhabîler kabirler üzerine bina yapılmasını ya da kabirlerin bugün yaygın olarak gördüğümüz tarzda bina edilmesini “haram” olarak nitelemektedir. Oysa mezhep uleması bunu, kişinin özel mülkünde olursa “mekruh”, bu iş için vakfedilmiş yerde olursa “haram” olduğunu söylemiştir. Açıktır ki, hiçbir vehhabîye, kendi mülkü olan bir araziye gömülmüş kimsenin mezarının üstünün yapılmasının “hürmet” hükmünden çıkacağını kabul ettirmek mümkün değildir.

“Ümmetin tamamının ilgili rivayetlerin zahirine uymayacak şekilde amel ettiği” tarzındaki ifademe okuyucu, en azından Vehhabilerin bu genel ifadenin dışında bulunduğunu söyleyerek itiraz ediyor. Diyelim ki bu mesele tartışma konusu olmaya başladığı zamandan itibaren durum okuyucunun dediği gibidir. Peki bundan önceki asırları ne yapacağız? Kaldı ki Vehhabîlerin oluşturduğu bu fiili durumu bir “dayanak” olarak alıp bunun üzerine bir hüküm bina etmek mantık olarak doğru değildir. Zira mevcut duruma muhalefet eden zaten onlardır. Dolayısıyla tartışılması gereken bu fiili durumun kendisidir.

Burada söz konusu olan hüküm farklılığındaki inceliğe dikkat etmek gerekir. Allahu a’lem mezar yeri olarak vakfedilmiş arazide bunun haram olması da, kabrin üzerine bina yapılması halinde bir kişinin mezarı için ayrılmış yerden daha fazlası işgal edilmiş olacağından, diğerlerinin hakkının gaspı söz konusu olacağı içindir. Dolayısıyla Vehhabî yaklaşım sadece benim söylediğimi değil, fukahanın hükmünü de kategorik olarak karşısına almaktadır.

Kabirlerin kireçlenmesi, üzerinin yükseltilmesi, üstüne bine yapılması… gibi hususlarda Efendimiz (s.a.v)’den nakledilen yasağın zahiri mi esas alınmıştır?

Doğrusu ulemanın burada da ta’lile giderek “kireç” ve “tuğla” yasağının “ateş”i çağrıştırması sebebiyle varit olduğunun söylenebileceği doğrultusunda fikirler yürüttüğünü görüyoruz. İhtiyaç halinde “kireç”e mukabil kabrin çamurla sıvanabileceğini söylemelerinin başka bir anlamı yoktur.

Vehhabîlerin kabir üzerine bina yapılması meselesine itirazları tek başına bir mesele değildir. Doğrusu, Vehhabî yaklaşımın bir bütün olarak, genel bir tavır olarak ele alınması ve kabir üzerine bine yapılması meselesinin de bu bütün içinde ait olduğu yere yerleştirilmesidir. “Nasslar ne diyorsa o” tarzında yansıtılan bu tavır, aslında “nasslardan biz ne anlıyorsak o” şeklinde teşhis edilmelidir. Dolayısıyla itikadî meselelerde, amelî meselelerde, hatta bu ikisinden kaynaklanan kültür ve kimlik meselesinde Vehhabî tavrın ithamkâr, yıkıcı, tahrip edici etkisi konusunda uyanık olmak durumundayız. Evet bu tavır, Ümmet’in asırlar içinde oluşturduğu kimliğe tahammülsüzdür. Biraz eşelendiğinde bu tahammülsüzlüğün altından Ehl-i Sünnet Kelam ve Fıkıh mezheplerine/imamlarına tahammülsüzlük çıkar; Osmanlı alerjisi çıkar. Dolayısıyla bu meseleyi de –ilgili nasslarla amelle birlikte– bu noktadan da değerlendirmeye tabi tutmak durumundayız.

Okuyucunun, “Bir sultan ya da padişah için gereksiz yere türbe inşa edildiğinde, ona engel olmaya kimin gücü yeter ki?! Burada belki bir alim çıkıp dil ile nehy-i münkerde bulunabilir, ama genellikle insanlar en fazla kalpleriyle buğzedebilirler. Eleştirenin başı belaya girer. Yıkmaya ise kimse cesaret edemez, gücü de yetmez. Şimdi mesela bir diyanet vaizi Anıtkabir’i eleştirse, en önce Diyanet’in üst düzey görevlilerini karşısında bulur. Yani birşeyin vukuu, onun bütün ümmet tarafından onaylanması ya da onaylanmış olması anlamına gelmez…” tarzındaki ifadeleri iki noktada problemli görünüyor: 1) Kabirlerin üzerinin yapılmasının “padişahlara mahsus bir davranış olarak” dayatıldığı varsayımından hareket ettiği, 2) Meselenin bütün ümmet tarafından onaylanıp onaylanmadığı noktasındaki tesbit.

Aynı sırayla gidecek olursak, 1) İslam’ın cevaz vermediği bir uygulamanın sırf yöneticilerden sadır olduğu için uzun asırlar boyunca ulema tarafından tasdik edildiğini ve devam ettirildiğini söylemek gerçeğin ifadesi olmaz. 10 asırdan fazla bir zaman içinde doğudan batıya bütün İslam Dünyası’nda yer etmiş bir uygulamayı padişah gücüyle izah etmek, ulemayı itham ve zan altında bırakmakla eşanlamlıdır. Kaldı ki mesele padişah türbeleriyle sınırlı bir mesele değil. Bugün kabristanlarda gördüğümüz mezar stiline onay veren herkes aynı hükmün muhatabıdır. Bunun içinde sadece padişahlar yok; sıradan insanlar da, ulema ve suleha da var. 2) Herhangi bir meselenin “cevazı” veya “adem-i cevazı” bütün ümmetin uygulamasına/onay vermesine bağlı değildir. İşin ehli ulema cevaz fetvası verdikten sonra uygulamak ya da uygulamamak insanların tercihine kalır; dileyen uygular, dilemeyen uygulamaz. Kabirlerin üzerinin yapılması konusundaki tartışma da zaten bu çerçevede cereyan etmektedir. Benim “ümmetin uygulaması” derken kasdettiğim, istisnasız bütün ümmet fertlerinin uygulaması değil, “ümmetin genelinin” uygulamasıdır ki, bunun zemininin ulema fetvası olduğu izahtan varestedir. Okuyucunun dediği gibi bu uygulama “ümmetin cüz’î bir kesimi”nin değil, “genelinin” uygulamasıdır. İslam dünyasında mevcut Müslüman mezarlıkları da bunun en sadık şahididir.

Okuyucunun, yasaklama bildiren hadislerle ilgili değerlendirmem konusunda söylediklerine gelince; bunların doğru kabul edilebilmesi için şu sorunun cevabını net olarak vermemiz gerekiyor: Mezarların üzerini yapma uygulamasının birçok yerde terk edilmiş olması, ilgili hadislerin zahiriyle amel hassasiyetinden mi, yoksa imkânsızlık, bakımsızlık… gibi sebeplerden mi kaynaklanmaktadır?

Açıktır ki Vehhabîliğin etki alanı dışındaki coğrafyalarda meseleye Vehhabîler gibi yaklaşıldığını söylemek büyük bir iddia olur. Bu noktada “aksi de söz konusu olabilir” diyerek itiraz edebileceklere şöyle derim: O zaman o coğrafyalarda genel olarak ölülerle ilgili uygulamalara bakın: Eğer bir bütün olarak cenazeyle ilgili yapılanlar Vehhabî zihniyetine uygun düşüyorsa, bir diyeceğim yok. Ama mesela ölüye Kur’an okumaktan, mezar başındaki “telkin”e kadar Vehhabîlerin “haram” dediği pek çok uygulamayı oralarda rahatlıkla görebilirsiniz.

Bu meseleyi hak ettiğinden fazla uzatmak istemediğim için son bir mülahazayla kapatacağım.

“Allahu Teala’nın huzurunda, Resulü’nün s.a.s. hadislerini olduğu gibi alıp uygulayan, veya en azından, uygulayamasa bile, onlara aykırı uygulamaları haram veya mekruh olarak görmeye devam edenler mi kendilerini daha rahat savunabilirler, yoksa, “Hadisler böyleydi ama sonradan bunlar yapıldı, biz de onayladık, bize bu uygulama faydalı göründü” diyenler mi?”

Okuyucu mesajı bu sözlerle sona eriyordu.

Evet aslında mesele bu noktada düğümleniyor. Herkesçe malumdur ki bu algı sadece kabirler meselesine münhasır değil. “Vehhabîler hadisi esas aldığı için diğerlerine göre daha avantajlı, ya da meşruiyet noktasında daha makbul bir noktada duruyor” şeklindeki bu kabul, itikadî meselelerde etkili değil yalnızca, genel olarak din algısında etkili.

Ancak meseleye biraz yakından bakıldığında bu kadar basit olmadığı anlaşılacaktır. Zira herhangi bir konuda sadece hadisin mevcut olması yeterli değil. Daha önce de belirttiğim gibi hadisin “ma’mulun bih” olması gerekir.

Öte yandan hadisin anlaşıma biçimi de en az mevcudiyeti kadar önemli. Siz bir hadisten bir şey anlarsınız, muhatabınız başka bir şey. Burada taraflar birbirini “hadise muhalefet”le değil, olsa olsa “yanlış anlamak”la itham edebilirler.

Kaldı ki burada hadisin bildirdiği hükmün Vehhabîler tarafından “haramlık” olarak takdim edilirken ulema tarafından daha hassas bir taksimat içinde değerlendirildiğini görmüştük. Hatta Vehhabî tavır haramlık noktasında da durmuyor, “şirk” ithamına kadar uzayıp gidiyor.

Ne İmam el-Kevserî’nin bu mesele hakkında yazdıkları, ne de benim yazdıklarım, “Hadis vardı, ama ümmet aksi doğrultuda amel etti, ne yapalım önüne geçemiyoruz…” gibi vakıayı nassın önüne geçiren bir davranış olarak mı algılanmalıdır?

Belki okuyucu nezaketi elden bırakmış olmamak için söylememiş, ama ben söyleyeyim: Bu tavır Musa (a.s) şeriatını ve Tevrat ahkâmını Yahudileştiren İsrailoğulları’nın tavrından farklı değil. Bir meselede delaleti ve sübutu kat’î nasslar varken siz bunun aksine hareket ederseniz, heva ve heveslerinizi nassın önüne geçirmiş olursunuz.

Ama insaf ve soğukkanlılıkla baktığımızda kabir meselesinde benim söylediklerimin, vakıanın nassa takdim edilmesi değil, nassın delaletinin tekelci bir yoruma indirgenemeyeceği bağlamında değerlendirilmesi gerektiği kolaylıkla anlaşılacaktır.

Karşı taraf bu anlama biçimine katılmayabilir, bunu yanlış bulabilir; buna son tahlilde bir şey demem. Ama Vehhabîlerin anlama biçimini merkeze alarak beni nassa muhalefetle itham eden yaklaşımı anlamakta zorlanırım.

En iyisini Allah Teala bilir.

Etiketler:, , ,