Özel Haber »

“Sünnilik Ve Şiilik Diye Bir Dinimiz Yoktur” Sözüne Dair İlmi Tahlil

Son günlerden çokça tartışılan “Bizim Sünnîlik diye bir dinimiz yoktur, Şia diye bir dinimiz yoktur, tek dinimiz İslâm’dır” sözünün ilmi ve tarihi açıdan tahlili.

Devamını Oku... »
Makaleler

İslam, İbadet Rehberi, Fıkıh, Akaid, Tefsir, Güncel Yorumlar

Reddiyeler

Batıl Fırkalar, Batıl İnançlar, Bidatlar, Güncel Reddiyeler, Dinler Arası Diyalog

Kültür – Tarih

İslam Tarihi, Osmanlı Tarihi, Padişahlar, Tarihi Arşiv belgeleri, Vesikalar, Mecmua nüshaları

Unutulmuş Sünnetler

Sünnetin Önemi, Günlük Sünnetler, Hilye-i Şerif, Siyer-i Nebi, Riyazü’s Salihin

Boykot Kelimeler

Uydurma, Yersiz, Manasız, Boykot Kelimeler

Anasayfa » Reddiyeler


İslam’da Hoşgörü Yoktur! Müsamaha vardır!

İslam’da Hoşgörü Yoktur! Müsamaha vardır!

Hoşgörü, yenilerde uydurulmuş, hoş görmek manasında, bir masdardır. Hoş kelimesi de, fârisîce bir lafız olup manası,iyi[1] ve güzel [2] demektir. Hoş görmek terkîbi de, iyi ve güzel görmek, veya, bakmamak, darılmamaktır.[3]

Müsâmaha, semah, semahat, sumuh, sumuha, semh, simah, sahî (cömert) ve civanmerd (keremli) olmak… Müsâmaha, bir hususta unf (sertlik) ve şiddet ve su’ûbet (zorluk) eylemeyip (çıkarmayıp) rıfk (yumuşaklık) ve sühûletle, kolaylıkla muamele etmek.[4]

Müsâmaha, görmezlikle gelme, aldırmama, bir kabahatliye karşı (hikmet Îcâbı) şiddet göstermeyip geçiverme.[5]

Demek ki, müsâmaha (görmezden gelme), hoş görme (iyi ve güzel görme) demek değildir. Hoşgörüyü, müsâmaha yerinde kullanmak, gerek mana farklılığı, gerekse alakasızlık sebebiyle yanlış ve isabetsizdir. Şayet, hoşgörü, kelime manasında, yâni iyi ve güzel görme manasında kullanılıyorsa, ortada derin bir hukûki ve ahlâki müşkil (problem) ve sıkıntı da var demektir. Öyle ya, suç ve kabahatin (çirkinliğin) güzel görülmesi dahî bir nev-i suç ve kabahattir. Hatta, kimi zaman bu, güzel ve iyi görmeden işlenen suç ve kabahatten daha da ağır olur. Nitekim ilerde bu husus gelecektir.

Müsâmaha, Beşeri Hukûk’ta; güçsüz ve zayıfların hiçbir şekilde göremedikleri, güçlülerin de suç ve zulümlerini simyacı veya sihirbaz muamelesiyle kâra ve fazilete çevirdikleri bir şey… Beşeri Ahlâk’taki yeri de, Beşeri Hukûk paralelinde ve mutlak doğrulara yakınlığı ve uzaklığı ölçüsündedir. Mutlak ve sınırsız müsâmaha, hukûkî ve ahlâkî değerleri imhaya götürmekle nizâm ihlaline (düzen bozmaya) sebeb olacağından, anarşist ruh ve felsefeye sâhib olmayan, hukûk, ahlâk ve gerçek düzenden yana olan hiç bir akıllı kimsenin kabullenemeyeceği bir şey… O halde, kim, kime, ne zaman, hangi hususlarda nasıl ve ne kadar müsâmaha ederse, bu, müsâmaha sınırlarını taşıp laubâlilik ve lakaydlık halini almaz?…

Akıllı, reşîd, muktedir, hür ve serbest bir kimsenin diğer şartlarla sınırlı olarak görmemiş gibi davranması, müsâmaha olur. Akılsızın, reşîd olmayanın, güçsüzün, kölenin veya mahkûmun suç ve kabahat kabul ettiği bir şeyi görmezden gelmesi müsâmaha değil, âcizlik ve zillettir. Bunların, suçu ve kusuru görmezlikten gelmeleriyle görmeleri arasında pek bir fark olmaz… Bu ehliyet ârızalarındaki mertebe farklılıklarından kaynaklanan değişik derecelerden başka…

Gücünün gereğini yerine getirmeye muktedirken suç ve kusuru görmezden gelme… İşte müsâmahanın başladığı nokta…

Müsâmaha, kendisine müsâ-maha edilmekle başkalarının cezalandırılmayacağı, göreceği mü-sâmahayla suç işlemeye özendirilmeyecek, hatta benzeri başka suçlardan çekinmesi ve kaçınması kesin veya muhtemel olan bir kimseye olursa isabetli olur. Suçlunun sizin müsâmahanıza mazhar olup, cezalandırılmaması, onu başka suçlara azmettirecekse veya suçsuz başka kimseleri cezalandırmak manasına gelecekse, bu, müsâmaha değil suç azmettiriciliği, yataklığı ve zulüm olur.

Keza, kendinizden başkasına ait bir hakkı ortadan kaldıracak suçu görmezden gelme ve affetme de hakikatte müsâmaha değildir. Evet, (Müsâmaha et ki (Mevla’dan ve onun ilhamı ile ehli insaf kulları tarafından) sana müsâmaha edilsin.)[6] Ama, bu, Allah’ın mülkünde işlenen isyan ve cinayetlere, her ne şekilde olursa olsun laubâlî ve lakaydî, hatta nemelâzımcılığın da ötesinde kör ve sağır bir tavır sergilemek manasında değildir. Böyle bir anlayış, cehalet ve gaflet, hatta kasıt ölçüsünde, Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e yapılan bir iftira ve hıyânettir.

Ne acıdır ki, birilerince, âlim diye pompalanıp şişirilen, onların kötü emelleri için âdi bir piyon ve âlet olarak kullanılan kimi câhil, yalaka ve satılmışlar, sarhoş nâraları derekesinde ve haysiyetindeki hoşgörü terâneleriyle, zaman zaman Allah’a celle celâlühû’ya, zaman zaman da Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftira atma cesareti göstermeyi, da’vâlarının mâ lâ budde minh/mutlak lüzûmlu, olmazsa olmaz nev’inden bir siyaset, üslûb ve tarzı olarak görüp gösterebilmektedirler.

Evet, İslam’ın ilk doğduğu ve Müslümanların zayıf olduğu yıllarda, küfür cebhesinden gelen her çeşit şiddet, tazyik ve zulmün karşısında, onlara benzeri bir karşılık verilmeyip sabredilmesine dair Kur’anî ve Nebevî tavsiyeler ve emirler vardır. Lâkin bunlar, o, isyan ve canavarlığa taş çıkartacak lâ’netlik muâmelelerin güzel görülmesi, hoş görülmesi demek değildir. Buna rağmen, bazı şaklabanlar, müminlerin bu zayıflık ve acziyetlerine istinâden inen ve gelen âyet ve hadisleri hep bu hoşgörü başlığı altında, kendi zillet, yalakalık, küfür milletleri ile teşrîk-i mesâi (iş birlikçilik) ve hıyanetlerinin mesned ve delilleri olarak sıralamaktadırlar. Böylece de Kur’an ve Sünnet’i tahrifte ehl-i küfrün beceremediğini, maalesef büyük ölçüde becermiş olarak gözükmektedirler. Halbuki, beyni ve ruhu zehirlenmemiş her bir sıradan mümin dahî bilir ki, îmân dâiresinde bulunan herkes, küfrün dışındaki bütün günahları, meşrû’, mübâh ve hafîf bulmadan, güzel görmeden işlese gene de dînden çıkmaz. Lâkin, günah olduğu kesin olan, yahut günah olduğuna kesin inandığı bir işi güzel görse, onu işlemese bile dînden çıkar.

İmâm Rebbâni kudise sirruhû, bazı fakihlerden şöyle bir nakilde bulunmaktadır: Kim bir şarkıcıdan veya bir başkasından (ittifakla ve icma’ ile haram olan) bir şarkı dînler veya (kesin) haram olan bir işi görür de onun inanarak veya inanmayarak güzel olduğunu söylerse, o anda mürted/dînden dönen biri haline gelir. Çünkü o, Şerîat’ın hükmünü ibtâl etmiştir. Kim de Şerîat’ın hükmünü ibtâl ederse, bütün müctehidlere göre mümin olmaz.[7]

Bu zavallılar, olabilir ki, kendilerince hoşgörü gülücükleri dağıttıkları, hoşgörünidalarıyla aşağılardan başlarını semâya kaldırarak seslendikleri gavurcukları kandırma niyetini içlerinde saklı tuttuklarını zan ve iddia edebilirler… Ne fark eder ki? Onca sürüleştirdikleri kitleleri şaşırttıktan sonra… Toplu irtidâtlara âlet olduktan sonra… Küfür sözünü söylemek için özür sayılabilecek zorlama bulunmadıktan sonra…
(…Kim de Allah’a ve Ahiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin, veya sussun…)[8]

Doğruyu söylemeye gücümüz yeterse, doğruyu söyleyecek, yetmezse susacağız. Değişik maksad ve mülâhazalarla, eğriyi ve batılı söylemeye hakkımız yok… İkrah-ı Mülcî[9] olmadıkça, ucunda hapis cezası bile olsa, küfür sözünü söylemek salâhiyetimizin/yetkimizin olmadığını azıcık ilmi olan her mü’min bilir. Bu dört mezheb ulemâsının tamâmının ictihâdıdır. Zâhirîlerin ve izindekilerin muhâlif ictihâdları ise, râcih/ağır ve kuvvetli karşısında mecrûh/zayîf kalmakla yok hükmündedirler. Nitekim bu, erbâbına ma’lûm olduğu üzre, yerinde kâfî mıkdârda açıklanmıştır.

İkrah-ı Mülcî’nin aşağısındaki tehdit unsurları yüzünden, küfür sözünü telaffuz etmenin, küfre sebeb olmayacağına dair, seleften yapılan, sahasında delil olamayacak bir takım rivayetler ve dört mezhebin dışında boy atmış bazı fıkhî nakiller, bir nev-i şübhe olmak haysiyeti ile, kendilerini kesin ifadelerle kafirlikle suçlamamıza mani olsa da, küfür tehlikesinin kendileri için az kalsın kati olacak mertebede kuvvetli olmasına mani değildir. Her nevi küfrî metodu mücadelelerinin strateji ve üslûbu kabul ve tatbîk edenler şu hadisten irkilmezler mi?

(Allah’ın, insanlardan en çok buğzettiği kimseler üç tanedir…[10](Üçüncüsü de) İslam’da câhiliyet sünnetini (küfrün âdet, metot ve usûlünü)isteyen….)[11]
Kendînce bir takım kutsal hedeflere ulaşabilmek için, pazara çıkarıp satmadığı değeri neredeyse kalmayan çok bilmişler, Hâkimin, Müstedrek’inde sahih bir isnadla rivayet ettiği mucizevi ihbâr karşısında Allah’tan hiç mi korkmazlar? Hiç mi ders almazlar?… Hadîs şu:

(Benden sonra bir takım sultanlar[12] olacak. Fitne,[13] develerin ağılları(nda olduğu) gibi onların kapısında bulunacak. Hiçbir kimseye, -verdikleri kadarını dînlerinden almadıkça- hiçbir şey vermeyecekler…)[14]

Kişinin, düşmanından, kısmen veya tamamen almayı hedeflediği, düşmanınca varlık sebebi mertebesinde değerli olan otoriteyi, şu yollardan biriyle alabileceğini var sayabilirsiniz.

Birinci Yol: Rızâsı İle… Bu mümkün değildir. Çünki, (Dediler ki, sen bize, bizi atalarımızı üzerinde bulunduğumuz şeylerden (ilkelerden) çevirip uzaklaştırmak ve yeryüzünde (iktidar,otorite v.b şeylerle alakalı) büyüklük siz ikinizin olması için mi geldîn? Halbuki biz size asla iman eden (inanan, güvenen, sizi doğrulayan) kimseler değiliz.)[15] ayetinden de anladığımıza göre, Mûsa a.s’ın düşmanları gibi, onların ve başkalarının kafirlik tecrübelerini kendi iblisliklerine katıp, İslam ve iman düşmanlığında kemâle eren günümüz İslam düşmanları, kendi rızalarıyla otoritelerini mü’minlere asla vermezler.

İkinci Yol: Kandırarak… Olmaz… Artık maymun gözünü açtı …

Üçüncü Yol: Çalarak… Bu da olmaz. “Geliyoruuuz, elinizdekini alacağız ve tahtınızı başınıza geçireceğiz”naralarıyla artık iyice uyanıp, gayet dikkatli nöbet bekleyenlerin, değerli varlıklarını çaldırmaları muhâl mertebesine yakın denilebilecek derecede zordur.

Dördüncü Yol: Mübadele ile… Yani, bir şeyler vererek… Maldan mı? Yetmez… Kabul etmezler. Çünkü târîh boyunca etmediler … Candan mı? O da yetmez… Ya? Dînden… Ne kadar?. Almak istediğinize göre… Ne kadar para o kadar köfte… Her şeyleri demek olan idârî ve ekonomik otoriteyi istiyorsanız, çok şey isterler… Âdâbı/edebleri versek?… Olmaz… Sünnetleri?… Olmaz… Farzları?… O da olmaz… Nitekim bir çoklarınca bunların hepsi verildi, yine de olmadı. Ya ne kaldı? Var, var… İman…. Olur mu canım?… Canınız isterse…

Evet, (Hiçbir kimseye, verdikleri kadarını dînlerinden almadıkça, hiçbir şey vermeyecekler…) Ne müthiş bir mu’cize!… Aynen öyle olmakta… İslam ve imanı pazarlayarak İslam’a ve imana kavuşacaklarını zannedebilecek kadar akılsız, ilimsiz, firâsetsiz ve şahsiyetsiz olabilen bu zavallılar, kesin olarak hüsrâna uğrayacaklardır… Asla hedeflerine ulaşamayacaklar… Ulaşsalar, daha doğrusu ulaştırılsalar bile, bu hedef kesinlikle Rahmânî bir hedef olmayıp, şeytânî bir hedef olacaktır.

(Kendilerine doğru yol iyice ortaya çıkıp belli olduktan sonra kim peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola tabi olur (girer) ise, (kendi iradesiyle) üstlendiğini (o İslam dışı yolu ve sâhiblerini) ona tevliye ederiz (ona vali yani dost veya sultan ederiz. Veya musallat ederiz. Veya, onu o yolda bırakırız. Veya o yolu ona sevdiririz) ve onu cehenneme sokarız…)[16]

Zorla… Bu da şu zaman, zemin ve şartlarda çok zor… Çünki maddi güç muvâzenesi/dengesi yok… Ya, bu dengesizlik kaldırılacak -ki bu dahi, artık sebebler dâiresinde son derece güçtür- yahut Rabbimizin buyurduğu gibi, (Onlara(düşmanlara) karşı, gücünüz yettiği kadar kuvvet[17] ve cihad için saklanan atlar (binekler) hazırlayın)[18] emrine uyulup bütün güç sarf edilecek… Ve, tek yol bu…

Şu, olmazların veya zorların, olmazlığı, yahut, şiddetli zorluğu, tabî’îdir ki sebebler dâiresiyle sınırlı olduğu takdirdedir. Ancak, ilâhî çizgiden ayrılmadan, kendi kuş beynimizin mahsûlü reçetelerimizi Rahmânî ve Rabbânî ölçülerin önüne geçirmeden, bütün gücümüzü sarf ederek, ilâhî merhameti celb edebilir, rüştümüzü isbât edersek, Rabbimiz, zorları kolay, olmazları da olur yapacaktır. Çünki;

(Kim, Allah(celle celâlühû)’dan (hakkıyla[19] gücünün yettiğince)[20] sakınırsa,(Haramlardan, mekruhlardan bazen da ihtiyac fazlası mubâhlardan[21] kaçınırsa )onun için (zorluklardan, darlıklardan, sıkıntılardan ve müşkillerden) bir çıkış (kapısı)yaratacaktır.)[22]

Allah celle celâlühû’nun hoş görmediği işleri ve kişileri hoş görmeyi, mücâdele tarz ve üslûbu olarak görebilen, İslâmî şahsiyetlerini bir tarafa fırlatıp atarak birilerini kandırdıklarını zannedenler, bilsinler ki, yapmakta oldukları bu gülünçlüklerle sadece ve sadece İslam düşmanlarını kendilerine güldürmüş oluyorlar. Onları daha da sinsi ve dessâs, cesûr ve saldırgan hale getirmiş oluyorlar; başka değil. Dünya küfür otoritelerinin, İslâm’ı ve Müslümanları aldatıp yok etmek için uydurup ortaya attıkları bu dînî ve siyâsî hinliğe ve şeytânlığa kanmayacak ve âlet olmayacak kadar, îmân, akıl, ilim, firâset ve şahsiyet sahibi olmayı Rabbimizden her zaman niyaz etmeliyiz.

[1] Ş. Sâmî, Kâmûs-i Türkî
[2] Ş. Sâmî, Kâmûs-i Türkî
[3] Ş. Sâmî, Kâmûs-i Türkî
[4] Âsım Ef. Okyanus 1: 481-482
[5] Ş. Sâmî, Kâmûs-i.Türkî
[6] Ahmed, Taberânî, el-Kebir, Beyhâki, Şu’ab (‘Azîzî 2/219)
[7] Mektûbât-ı Rebbânî: 1/279 Mektûb; 266
[8] Ahmed, Buhârî, Müslim, Nesâî, İbnü Mâce Ebû Şüreyh ve Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’dan
[9] Can veya uzuv/organ telefi tehdidi ile zorlama
[10] Bu, üç kişiden başkasına buğzetmez demek değildir. Sayıların mefhum-i muhalefeti olmaz. Aksine bu üç kimse buğzedilenler içinde en fazla buğzedilenlerden çok mühim olan kimselerdir, demektir.
[11] Buhârî, (‘Azîzî 1/23)
[12] iktidarlar otoriteler ve süper güçler.
[13] İslâm dışılıklar, küfür, şirk, belâ, musîbet, imtihân v.d.
[14] Taberânî el-Kebir, el-Hâkim, el-Mustedrek:3/634
[15] Yûnus:78
[16] Nisa;115
[17] Ok atmak (silah kullanmak): Müslim-
Celaleyn
[18] Enfal/60
[19] “Allah’tan hakkıyla sakının.” Âlü ‘İm
rân:102
[20] “Allah’tan gücünüz yettiğince sakının.” Teğâbun:/16
[21](Zararlı şeyden korunmak için kul, zararsız şey(ler)i (bile) terk etmedikçe (kemal mertebede) takva sahiplerinden olma seviyesine ulaşamaz.) (Tirmizi, İbnü Mâce, Hâkim. Azîzi 3/476)
[22] Talak:2

Etiketler:, , , ,